28 Aralık 2011 Çarşamba

Zengin ile fakir arasındaki uçurum kapanmadı

                           
Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Burcu Yakut Çakar, söz konusu iyileşmenin üst gelir grubunun kriz döneminde yaşadığı gelir kaybından kaynaklandığını söylüyor. Çakır, Türkiye’de vergi ve kayıt dışı gibi kronik sorunlara çözüm gelmeden gelir dağılımı sorununun çözülemeyeceğini ifade ediyor.
METİN ALGÜL
metin.milat@gmail.com

Türkiye İstatistik Kurumu geçtiğimiz günlerde 2010 yılına ilişkin gelir dağılımı anketinin sonuçlarını açıkladı. Türkiye’de en yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasındaki fark 8 kat olarak açıklandı. 2000’li yılların başında 10 kat olan bu oranda yaşanan göreceli iyileşmeye rağmen Türkiye gelir dağılımı adaletsizliğinde AB ülkeleri arasında en kötü durumda bulunuyor. Türkiye’deki gelir adaletsizliğini Milat’a değerlendiren Sosyal Politikalar Forumu ve Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Dr. Burcu Yakut Çakar, bu durumu ekonomi büyürken, yeni istihdam yaratma kapasitesinin düşük kalmasına bağlıyor. Üretilen gelir toplumun daha geniş kesimi ile paylaşılmadığı sürece zengin ile fakir arasındaki farkın kapanmayacağını belirtiyor. Devletin yaptığı sosyal yardımların oranının da yetersiz olduğunu söyleyen Dr. Çakar, bu yardımların ulaştığı nüfusun kısıtlı olduğuna ve farklı ihtiyaçlara cevap verecek çeşitliliğe sahip olmadıklarına dikkat çekiyor. Dr. Çakar çözüm için vergi sistemini, sosyal politikaları ve kamusal hizmetleri gelir dağılımını iyileştirici yönde düzenlemek gerektiğini belirtiyor.

Türkiye’deki gelir dağılımı arasındaki fark neden bu kadar fazla?
Bu durumu pek çok etmenle açıklamak mümkün ama temelde iktisadi büyüme ile yaratılan kaynakların eşit olarak dağıtılmaması sorunuyla birebir ilişkili. Dağıtım sorunu da kamunun yeniden dağıtımcı nitelikli politikaların dinamiklerini düşünmeyi gerektiriyor. Bu politikalar vergi sistemlerini düzenleyen önlemlerden eğitim ve sağlık hizmetlerine, asgari gelir desteklerinden işsizlik sorunuyla mücadele politikalarına uzanan geniş bir yelpaze içinde yer alır. Türkiye’deki duruma baktığımızda vergi politikalarının yeniden dağıtımcı niteliğinde olmayışı eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimde toplumun çeşitli kesimlerinin karşı karşıya kaldığı sorunlar, çalışma hayatındaki issizlik ve sosyal güvencesizlik yani kayıt dışı istihdam gibi kronik sorunlara dönüştürücü çözümler üretilmesiyle gelir dağılımında bugün karşı karşıya kaldığımız belirleyici durum budur.

REFAH SEVİYESİ YÜKSELTİLMELİPeki, bu gelir adaletsizliği nasıl bir resim çiziyor bizlere?
Bugün Türkiye’de en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grup ülke içindeki toplam gelirin yüzde 46.4’üne sahip iken en düşük gelirli yüzde 20’lik grup toplam gelirden yüzde 5.8 pay alıyor. Bu iki grup arasındaki gelir farkı 2000’li yılların başında 10 kat iken bugün yaklaşık 8 kat civarında ancak gene de AB üye ülkeleri ile karşılaştırma yapıldığında en kötü durumda. Bu göreli iyileşme aslında çok temelde üst gelir grubunun kriz döneminde yaşadığı gelir kaybından ileri geliyor. Özellikle rant gelirlerinin düşmesi ve şirket karlarından gelen gelirlerin azalması nedeniyle bu grubun gelirlerini göreli olarak azaltmış durumda. Öte yandan en düşük gelirli grubun toplam gelirden aldıkları pay 2007 yılı ile ayni düzeyde olmakla birlikte gelir bileşenleri açısından bakıldığında sosyal transferlerin bu grupta yer alan hanelerin gelirlerinde daha önemli hale geldiğini gözlemliyoruz. Nitekim 2008 yılında emekli ve dul-yetim aylıkları dışında kalan diğer sosyal yardımların en düşük gelir grubunun toplam geliri içindeki payı yüzde 5.8 iken 2010 yılı için bu oran neredeyse yüzde 10′a yaklaşıyor. Bu da gelir dağılımı açısından gözlemlenen göreli iyileşmenin aslında en düşük gelirli ve en yüksek gelirli haneler arasındaki uçurumun niteliğine ilişkin bir değişim sunmuyor. Nitekim yoksulluk verileri de bu gözlemi desteklemekte, nüfusun yaklaşık yüzde 17’si yoksulluk riski ile karşı karşıya, yoksul kişi sayısı 2007 yılına göre 1 milyon artmış durumda. Bu çizdiğimiz resim ülkedeki büyüme ve milli gelir artışına karşılık hane gelirlerine bunun yansımadığını da betimliyor. Bunun da çok temel nedeni iktisat politikalarının genel anlamda bir refah artışına yol açacak şekilde gerçekleşmemesidir.
                           
VERGİ SİSTEMİNİN GELİR DAĞILIMINA İYİLEŞTİRİCİ BİR ETKİSİ YOK
Gelir adaletsizliğinin giderilebilmesi için nasıl bir yol izlenebilir. Hükümet bu konuda insanların refah seviyesi nasıl yükseltebilir?
Bunu gerçekleştirmenin bir yolu vergi sistemi yoluyla kamu maliyesinde yeniden dağıtım mekanizmalarının işler hale getirilmesi olabilir. Türkiye’de vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 70′i dolaylı vergilerden, yani tüketim vergilerinde gelmektedir. Öte yandan doğrudan vergilerin, yani gelir ve kurumlar vergilerinin toplam vergi gelirleri içindeki payı yüzde 30 civarındadır ve bunu ağırlıklı kısmını ücretli çalışanlardan toplanan, bordro vergisi olarak da nitelendirdiğimiz gelir vergisi oluşturmaktadır. Dolayısıyla ücreti kesim dışında kalan gelirlerden vergi toplamak önemli bir sorun alanı teşkil etmektedir, bu da Türkiye’de vergi sisteminin hakkaniyetine ilişkin sorunlu duruma işaret eder. Öte yandan, tüketim üzerinden toplanan KDV gibi vergilerin gelir grupları açısından yüküne bakıldığında en düşük gelirli hanelerin toplam gelirleri içinde dolaylı vergilerin oranı en yüksek gelirli hanelerden daha yüksek olarak gerçekleşiyor, bu da özellikle toplam gelirden çok küçük bir pay alan düşük gelirli haneleri orantısız bir vergi yükü altında olduğunu göstermekte. Bu iki niteliği ile vergi sisteminin gelir dağılımını iyileştirici bir etkisi olmadığını söyleyebiliriz. Bir başka açıdan baktığımızda, gelir dağılımına ilişkin iyileşmeyi sosyal transfer politikaları ya da istihdam, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi alanlarda oluşturulacak ya da halihazırda mevcut ise güçlendirilecek kamusal hizmetler eliyle gerçekleştirmek mümkün. Her ne kadar Türkiye’de hane gelirleri içinde sosyal yardımların oranı artıyor olsa da, bu artış bir anlamda yetersiz kalıyor: bu durum yardımların niteliği, kurumsal dağınıklığı, miktar olarak yetersizliği, ulaştığı nüfusun halen kısıtlı olması ve farklı nitelikteki ihtiyaçlara cevap verecek çeşitliliği halen arz etmiyor olması gibi pek çok nedene bağlanabilir. Özellikle sosyal transferlerden faydalanan haneler açısından bu transferlerin düzeylerinin düşüklüğü, haneleri yoksulluk riskinden kurtarmak ya da gelir garantisi sağlamaktan uzak olmasına neden oluyor. Öte yandan bu transferlerin eğitim, sağlık, bakim, barınma gibi diğer alanlarla birlikte bütünsellik arz edecek şekilde düzenlenmesinin gerekliliğini burada vurgulamakta yarar var.

Türkiye ekonomisi çok hızlı büyüyor. Ancak zengin ile fakir arasındaki fark ise çok fazla değişmiyor. Bu büyüme vatandaşın gelirlerine neden yansımıyor?
Son dönemde dünya ekonomisinde pek çok ülkenin muzdarip olduğu istihdamsız büyüme modeli ne yazık ki Türkiye için de geçerli. İktisadi açıdan ekonomi büyürken, bu büyüme yeni istihdam yaratma kapasitesi açısından oldukça küçük kalıyor, bu da üretilen gelirin toplumun daha geniş kesimi ile paylaşılmamasının önünde önemli bir engel.

Türkiye bu kadar hızlı büyürken bu büyümeden en fazla payı kim alıyor. Sizce halkın büyük kesimi bu büyümeden pay alabiliyor mu?
Bu büyümenin meyvelerini toplumun her kesimi yiyemiyor. Özellikle büyüme modelinizi nasıl kurguladığınız, yeniden dağıtım politikanızı nasıl kurguladığınız büyümeden gelecek gelirinde nasıl bölüşeceğini de gösteriyor. Bugün iktisadi büyümenin bileşenlerine baktığımız zaman verimlilik artışından gelmeyen genellikle talep tarafından tetiklenen bir büyüme modeli. Yeniden dağıtım mekanizmalarınız bunu toplumun her kesimine nüfus ettiremediği için büyümenin meyveleri nüfusun her kesimi tarafından alınamıyor. Tabi bu meyvelerin erişmediği yerlere sosyal transferlerle erişmeye çalışıyor. Bu sosyal transferlerde çoğu zaman miktar olarak çok az verildiği için insanları bulunduğu koşuldan daha yukarı taşıyamıyor. En önemlisi nasıl bir iktisadi büyüme modeli kurguladığınız ve yenide dağıtım mekanizmalarınızın bu büyüme ile ilişkilendiği.

Türkiye’deki gelir dağılımını dünyadaki diğer ülkelerle karşılaştırırsak, Türkiye’nin yeri neresi?
Türkiye OECD üye ülkeleri arasında gelir eşitsizliği açısından Şili ve Meksika’nın ardından en eşitsiz üçüncü ülke konumunda. Ayni zamanda, en zengin ve en yoksul gelir gruplarının gelirleri arasındaki uçurum oldukça büyük bu yaklaşık 8 kat

ASKERİ HARCAMALARIN MİLLİ GELİR İÇİNDEKİ PAYI FAZLA
TBMM de geçtiğimiz günlerde bütçe görüşmeleri yapıldı. Gelecek yıl Türkiye’nin bütçeden savunma ve güvenliğe ayıracağı pay 10.16 olarak açıklandı. Ülke bütçesindeki dağılımı nasıl değerlendirmek gerekir?
Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Nurhan Yentürk’ün önderliğinde sivil toplum kuruluşları son birkaç yıldır Kamu Harcamalarını İzleme Platformu çatısı altında bütçeye mercek tutan çalışmalar yapıyorlar. Onların da çalışmalarında değindikleri önemli hususlardan biri askeri alandaki harcamaların milli gelir içindeki payının artıyor olması. Bununla birlikte sosyal koruma harcamalarının milli gelir içindeki payı yüzde 12 civarında, bu oran yüzde 27 olarak gerçekleşen AB-27 ortalamasının çok altında kalıyor. Bu harcamalar içinde özellikle yoksullara yönelik olarak yapılan sosyal transferlerin oranı yüzde 1in altında görünüyor, bu da oldukça düşük. Sosyal koruma harcamaları içinde sağlık harcamaları GSMH’nın yaklaşık yüzde 5′i ancak bunun çok önemli bir kısmı ilaç ve tedavi hizmetlerine yapılacak harcamalara ayrılmış durumda. Dolayısıyla sağlık alanında yapılan harcamanın ne kadarının koruyucu hizmetlerle kamu sağlığına yönelik olduğu harcamanın düzeyi kadar önemli bir noktaya işaret ediyor.

Dünya da yaşanan bir ekonomik kriz var. Bu krizin insanların yaşam seviyesine etkileri ne olabilir?
Krizin ülke ekonomilerini ciddi anlamda daralttığını görüyoruz ve bu daralma beraberinde sosyal alanda halkı etkiliyor. Örneğin Yunanistan’a bakacak olursak emekli maaşlarının düşürülmesi ve verilememesi hep konuşuldu. Sosyal harcamalarını finanse eden kamu maliyesinin bundan ne derece etkilendiği çok önemli bir bileşendir. Çoğu ülke İlk önce sosyal harcamaları kısmaya ve o alandan frene basmayı tercih ediyor. Bunun ne kadar sürdürülebilir olduğunu bilmiyoruz.
                                          
                                          DR.BURCU YAKUT ÇAKAR KİMDİR?Dr. Burcu Yakut-Çakar 2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden lisans derecesini, 2003 yılında aynı bölümden yüksek lisans derecesini, 2010 yılında ise Marmara Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nden doktora derecesini almıştır. Sosyal Politika Forumu’nda yürütülen birçok araştırmaya katkı sunan Yakut-Çakar, aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde yarı-zamanlı öğretim üyesi olarak ders vermektedir. İlgilendiği temel araştırma konuları sosyal politikanın iktisadı, kamu politikaları analizi, vergi-sosyal yardım modellemesi, mikrosimulasyon, yoksulluk ve sosyal dışlanma, karşılaştırmalı açıdan emeklilik refromları, çalışma hayatıdır. Ayşe Buğra ile birlikte kaleme aldıkları “Structural Change, Social Policy Environment and Female Employment: The Case of Turkey” adlı makalesi Development and Change dergisinde, Rana Jawad ile birlikte yazdıkları “Religion and Social Policy in the Middle East: The (re)constitution of an Old-New Partnership” adlı makalesi ise Social Policy and Administration adlı dergide yayımlanmıştır.

25 Aralık 2011 Pazar

      Ekonomik ilişkilere Fransız kalalım


                              
Fransız Ulusal Meclisi’nin, 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının reddedilmesini suç sayan yasa teklifini kabul etmesi Türkiye ile Fransa arasındaki ekonomik ilişkileri derinden etkileyecek. Türk-Fransız İş Konseyi Başkan Yardımcısı Dr. Yılmaz Argüden Milat’a yaptığı açıklamada, Türkiye ekonomisinin de bu durumdan zarar görebileceğini, ancak Fransa ekonomisinin daha çok zarar göreceğini söyledi.METİN ALGÜL
metin.milat@gmail.com

Soykırımı inkar yasası olarak bilinen ve 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının reddedilmesini suç sayan yasa teklifinin Fransız meclisi tarafından kabul edilmesinin ardından Türkiye ile Fransa arasındaki ekonomik ilişkilerinin zarar göreceğini söylen Türk-Fransız İş Konseyi Başkan Yardımcısı Dr. Yılmaz Argüden, Fransa’nın bu kararının insanların ekonomik seçimlerine yansıyacağını ve Fransa’dan ithal edilen ürünlerin satışlarında gerileme beklediğini söyledi. Parlamentoların seçim dönemlerinde çok miyop bakışla kısa vadeli çıkarlar üzerine odaklanma eğilimine gittiklerini söylen Dr. Yılmaz Argüden, tarihi yazmanın parlamentoların işi olmadığını belirtti.
Ticari ilişkilerde temel hususun güven olduğu söyleyen Dr. Argüden, Başbakan’ın açıklamış olduğu tedbirlerin hepsinin devletten devlete ilişkileri içeren askeri ve siyasi konular olduğunu ve bu aşamada tedbirlerin bu şekilde belirlenmiş olmasının isabetli olduğunu söyledi. Hükümetin özellikle savunma sanayiinde veya büyük yatırımların olduğu enerji alanlarında Fransız firmalarını tercih etmeme eğilimine gireceğini düşünen Argüden, Türkiye çok hızlı büyüyen ve çevre ülkelerinde de etkinliği olan bir ülke bu açıdan bakıldığında ikili ilişkilerin zedelenmesinin Fransa’nın çıkarına olmayan bir yaklaşım olduğunu söyledi.
TARİH YAZMAK PARLAMENTOLARIN İŞİ DEĞİL
Ermeni yasa tasarının Fransa gündemine tekrardan gelmesini ve kararın meclisten geçerek senatoya gönderilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Birinci dünya savaşında milyonlarca insan büyük acılar çekti. Ancak Ermenilerin tehcir edilmesi olayını Ermeniler soykırım olarak nitelendirme gayreti içerisindeler. İngiliz’lerin 1. dünya savaşı sonrası Malta da kurmuş oldukları mahkemelerde de suçlu olmadığımız belirlenmişti. Biz her seferinde arşivleri açalım diyoruz ama kimse buna yanaşmıyor. Biz her zaman açıklıktan yana olan taraf olduk. Ancak çeşitli ülkelerde yaşayan Ermeni toplumları ise hukuken elde edilemeyen bir sonucu politik olarak elde etme çabasındalar. Bu tasarının Fransa’nın en temel değerlerinden birisi olan düşünce ve ifade hürriyeti ile çatıştığını ve tarih yazmanın, üstelik başka ülkelerin tarihini yazmanın parlamentoların işi olmadığını düşünüyorum. Ancak, bu Fransa’da Ermeni’lerin lobi gücünün de bir göstergesi olarak görülebilir. Çünkü daha önce de 1915 olaylarını ‘soykırım’ olarak tanıma konusunda kararları olmuştu. Bu kez, aksini savunmayı dahi suç haline getirme çabası var. Parlamentolar seçim dönemlerinde çok miyop bakışla kısa vadeli çıkarlar üzerine odaklanma eğilimine gidiyorlar. Nitekim kararı imzalayan 70 milletvekilinin bu tip kaygıları da göz önüne alarak böyle bir tutum içerisine girmişlerdir. Özellikle Fransa da bulunan güçlü Ermeni lobisinin etkisiyle böyle bir şeye yöneldiklerini düşünüyorum. Bu yüzden de ciddi bir tepki oluşacaktır.
İLİŞKİLER ZARAR GÖRECEK
Karar meclisten geçti ve Başbakan da yaptığı açıklamada Fransa ile siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerimizi askıya aldığımızı söyledi. Bu Türkiye-Fransa ekonomik ilişkilerinde ileriki dönemlerde ne görmemizi sağlayacak?
Ticari ilişkilerde temel güvendir, güven olmadığı zamanda ticari ilişkiler zedelenir. Ticari ilişkinin bir başka boyutu ise her iki tarafın kazanç sağlıyor olmasıdır. Aksi takdirde böyle bir ilişki olmaz. Sayın Başbakan’ın söylemiş olduğu tedbirlerin hepsi devletten devlete ilişkileri içeren askeri ve siyasi konular. Bu aşamada tedbirlerin bu şekilde belirlenmiş olmasını isabetli buluyorum. Ancak boykot gibi bir kararın resmi bir karar olacağını zannetmiyorum. Çünkü bundan hem Türkiye hem Fransa zarar görür. Ancak vatandaşlarımız kendi tercihlerini kullanarak bir boykot yapabilir. Fransız mallarını değil de başka ülkelerin mallarını tercih eder.
Peki Fransa’daki özel sektör Türkiye ile ilişkilerin daha kötüye gitmemesi için hükümetine baskı yapar mı?
Fransız özel sektörü Türkiye ile ilişkiler konusuna çok daha uzun vadeli bakıyor. Özel sektörün Fransa’da daha duyarlı olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, birçok özel sektör temsilcisi bu tip bir yasanın geçmemesi gerektiği konusundaki görüşlerini yazılı ve sözlü olarak ilgililerle paylaştılar. Ancak Sarkozy’nin tutumu bu konuda çok etkili oluyor. İş dünyası ise bu durumun önemini çok iyi biliyor. Çünkü ticaretin insanları birbirine yakınlaştırdığını ve birbirlerini daha iyi anlamasını sağlayan bir araç olduğunun farkındalar.
ALTERNATİF ÜLKELER VAR
Türkiye ile Fransa arasında birçok konuda iş birliği anlaşmaları var. Bu tasarıdan sonra Fransız firmalarının Türkiye ile iş yapması zor olacak gibi gözüküyor. Sizce bu firmalar artık Türkiye de ihaleler alabilir mi?
Ekonomik ilişkiler her iki tarafın da çıkarınadır. Bu nedenle ekonomik ilişkilerin zedelenmesinden ne Türkiye, ne de Fransa çıkar sağlamaz. Ancak, özellikle savunma sanayi gibi uzun vadeli ilişkiler gerektiren konularda maalesef Fransız firmalarının durumlarının önemli ölçüde zayıfladığını düşünüyorum. Hükümetin özellikle savunma sanayinde veya büyük yatırımların olduğu enerji alanlarında Fransız firmalarını tercih etmeme yönüne gireceğini düşünüyorum. Bu durumdan Türkiye zarar görebileceği gibi Fransa daha çok zarar görür. Çünkü alternatif birçok ülke ve şirketler Türkiye’nin gelişen pazarı ile çok ilgili. Türkiye çok hızlı büyüyen ve çevre ülkelerinde de etkinliği olan bir ülke. Oysa Fransa’nın gelecek sene beklenen büyümesi binde bir seviyesinde, dolayısıyla bu açıdan bakarsak ikili ilişkilerin zedelenmesi Fransa’nın çıkarına olmayan bir yaklaşım.
RESMİ BİR BOYKOT OLMAZ
Dünya Ticaret örgütü üyesi olduğumuz için hükümet boykot kararı alamaz. Peki halkın tutumu ne olacaktır?
Her ülkede olduğu gibi bu konuda da farklı düşünce ve davranış gösterenler olacaktır. Ancak, ekonomik büyümesi yüksek bir toplumda Fransa’nın bu kararını seçimlerine yansıtanların olacağı göz ününe alındığında Fransa’dan ithal edilen ürünlerin satışlarında gerileme beklemek doğal olur. Boykot’un resmi bir karar olacağını zannetmiyorum. Çünkü bundan hem Türkiye hem Fransa zarar görür. Ancak güven duygusunun zedelendiği ilişkilerde mutlaka ticarette zarar görür diye düşünüyorum. Örneğin vatandaşlarımız başka ülkelerin ürünlerini tercih edebilirler.
BOYKOT

1) Spor Toto Teşkilat Başkanlığı, Fransa’ya tepki olarak Fransa futbol ve basketbol liglerindeki karşılaşmaları iddaa bülteninden çıkardı.
2) TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken: “Fransız Milletvekillerinin görüşmeler sırasında (Türkiye mallarımızı boykot edemez) sözlerinin cevabını en etkili şekilde halkımız verecektir. Biz TESK olarak 13 Federasyonumuza ve 82 birliğimize genelge göndererek tepkilerini göstermelerini istedik. Türk halkı milli konularda her zaman duyarlı olmuştur.”
3) Tüketiciler Birliği Genel Başkan Yardımcısı Hatice Saadet Kalyoncu, daha önceden başlattıkları “onuruna Fransız kalma” boykot çağrılarını yineledi. Kalyoncu, “2006 yılındaki boykot çağrımızda isimlerini ilan ettiğimiz ürünlere ilave olarak, bundan böyle her hafta bir Fransız firmasının ismini ilan edip, bu firmaların ürünlerini almayarak tepkimizi göstereceğiz” dedi.
2011 YILI TÜRKİYE-FRANSA EKONOMİK İLİŞKİLERİ-Türkiye Fransa’ya ilk 10 ayda 5.8 milyar dolarlık ihracat yaptı
-Fransa’dan ithalat 7.8 milyar dolar
-Türkiye’de 960 Fransız şirketi faaliyette. Bunlar toplam 50 bin kişiyi istihdam ediyor
-Son 5 yılda Fransız şirketler Türkiye’ye 4 milyar dolar doğrudan yatırım yaptı
-2011 yılının ilk 9 ayından gelen doğrudan yatırım ise 910 milyon dolar oldu.
Fransa’nın Türkiye’ye ihracatında ilk sırada otomobil yan sanayi geliyor. 2011 yılında Fransa, Türkiye’ye otomobil yan sanayi alanında 761 milyon Euro ihracat yapmış. Fransa’nın Türkiye’ye ihracatındaki sıralamada otomobiller, uçak ve uçak motorları, eczacılık ürünleri, plastik hammadde daha sonraki sıraları alıyor. Fransa’nın Türkiye’den ithalatında, 1 milyar 862 milyon Euro ile yine otomobiller ilk sırada. Fransa, Türkiye’den 20110 yılında 412 milyon Euro tutarında iç giyim ürünü, 292 milyon Euro tutarında beyaz eşya ithal etmiş. Deri dışında dış giyim ürünleri, otomotiv yan sanayi, tekstil ürünleri, elektronik cihazlar yine Fransa’nın Türkiye’den ithal ettiği önemli mallar arasında yer alıyor

20 Aralık 2011 Salı

KAPİTALİZME ALTERNATİF: İSLAMİ BANKACILIK

Tüm dünyayı saran ekonomik krize çözüm bulma çabaları sürerken, İslami bankacılık tartışmaların tam ortasına oturdu. İslami bankacılığı, yaşanan krize bir yol gösterici şeklinde değerlendiren Durham Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Mehmet Asutay, İslami finansın kendi enstrümanlarını geliştirebilirse kapitalist sisteme güçlü bir alternatif olabileceğini belirtiyor.

METİN ALGÜL
metin.milat@gmail.com


                                
Dünyada yaklaşık 80 ülkede 300′ün üzerinde faizsiz finans hizmeti yürüten kuruluş var. Bunun yüzde 40’ı ağırlıklı olarak Körfez ülkeleri olmak üzere Arap devletlerinde toplanıyor. Son 5 yılda ortalama yüzde 23.5 oranında büyüme gösteren sektörün, 2013 yılında 1.5 trilyona; 2020 yılında 4 trilyon dolara yükseleceği öngörülüyor. Durham Üniversitesi İslami Finans Programı’nda öğretim üyesi ve Müslüman Sosyal Bilimciler Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Mehmet Asutay, İslami bankacılığın gelişmesi için açılım, tanıtım ve finansal eğitimin çok önemli olduğunu söylüyor.
Son 10 yılda Türkiye’de yükselen Anadolu sermayesinin İslami bankalarla çalışmadığını belirten Dr. Asutay, Anadolu’daki yeni sermayenin ‘Ben dindarım, namazımı kılarım, Hac’a giderim, zekatımı veririm ama ticaret ayrı’ zihniyetine sahip olduğunu ve bu bankalarla çalışmadığını söylüyor. İslami bankaların da çok kapalı bir sistemde çalıştıklarını söyleyen Dr. Asutay, bu bankaların daha çok tanınması için insanlara finansal eğitim verilmesi gerektiğini düşünüyor.

İslami bankacılığın konvansiyonel bankacılık sisteminden farkı nedir?
İslami bankacılık daha çok faizsiz sistem olarak biliniyor. Ancak bunun çok dar bir tanımlama olduğunu düşünüyorum. İslami bankacılığın temel farklılığı bir kere dünyayı algılamasıyla ilgilidir. Nasıl bir dünya hayal ediyor, nasıl bir insan hayal ediyoruz onunla ilgilidir. Bu bağlamda bakınca, sadece faizin yasak olduğu ya da faizsiz olarak ifade edilmiş bir bankacılığın aslında İslam ekonomisinin ifade etmeye çalıştığı kalkınmaya dayalı, insan gelişmişliğine dayalı anlayışı tam olarak ifade etmediğini düşünüyorum. Onun için İslami bankaların sadece faizsiz bankacılık vurgusunun yetersiz olduğunu düşünüyorum. Oradaki ‘İslami’nin anlamı çok daha geniştir.

İslami bankacılığın sosyal olması denince ne anlamalıyız?
Aslına temel noktamız İslam moral ekonomisi… İslam moral ekonomisinin çıkış noktasına bakarsak Müslüman ülkelerdeki ekonomik geri kalmışlıkla ilgilidir. Bu geri kalmışlıkları nasıl aşacağımızla ilgilidir. Bu bağlamda ciddi bir kritik getirmeye çalışmıştır. Özellikle kapitalizm ve sosyalizme alternatif olarak, İslam modeli çerçevesinde insan merkezli bir kalkınma anlayışına sahiptir. Bu bağlamda hem insanın hem toplumun hem de çevrenin gelişimini içererek şekilde dengeli bir ekonomik kalkınma modeli ifade etmektedir. İslami bankacılığın sosyal olmasından hareket ederek anlatmaya çalıştığımız ise, kalkınma amaçlı ve kalkınmayı sürdürülebilir olarak gerçekleştirmeye yönelik bir finans anlayışının geliştirilmesidir.

İslami bankalar makro ekonomiyi etkilemeyecek düzeydeYapılan araştırmalar İslami bankacılığın konvansiyonel bankacılık sistemine göre çok daha güvenli ve krizlere daha dayanıklı olduğunu ortaya koyuyor. Bunun nedeni nedir?
Burada biraz dikkatli olmamız gerekiyor. Etrafımızda var olan küresel kriz daha çok İslami finansın biraz daha hareketli olduğu ülkeleri ciddi şekilde etkilemedi. Dolayısıyla Körfez ülkelerinde ciddi bir likidite var. İşte bunun olması oradaki İslami finansı etkilemedi. İslami finansın etkilenmemiş olması İslami finansın iç dinamikleri yanında operasyonu yürüttüğü ülkelerin makro ekonomisi ile de ilgili… Çünkü İslami bankalar ne yazık ki her ülkede hala makro ekonomiyi etkilemeyecek kadar küçük seviyede. Malezya’da hükümetin ciddi desteğine rağmen, Malezya’nın toplam finansal hizmetleri içerisinde İslami finansın rolü sadece yüzde 20 oranında… Bu rakamın doğrudan finansal sitemi etkilemesi mümkün değil. O nedenle bu sonuçlara o kadar da çok güvenmemek lazım. İslami finansın krizlere karşı güvenilir olabilmesi için makro ekonomiyi etkileyebilecek seviyede olması lazım ama o seviyede değiliz.

                                    
İslami bankacılık alternatif olabilir
İslami bankacılık, yaşadığımız ekonomik ve finansal krizlere çare olabilecek bir model midir?
Ben ona inanıyorum… Bu sadece Müslüman olmamdan kaynaklanan bir şey değil. Gerçekten ciddi olarak bir alternatif olabileceğine inanıyorum. Bu sistemin alternatif olmasını sağlayabilecek tarafı, İslami finansın konvansiyonel finansa yaklaşmak yerine kendi temel prensipleri çerçevesinde, özellikle İslam moral ekonomisinin ifade etmeye çalıştığı o genel çerçeve içinde çalışıyor olması… Çünkü son 15 yılda ciddi bir yakınlaşma var konvansiyonel finansa… Bu bağlamda ciddi şekilde bir kopyalama sistemi var. Dolayısıyla bunu aşabilirsek, kendi enstrümanlarımızı geliştirebilirsek alternatif olabilecek güce sahip. Müslüman dünyanın dışındaki insanların ya da konvansiyonel sitemden şikayet edip İslami finansın bir umut olabileceğini düşünen insanların beklediği, bu sistemin sokaktaki insanın hayatını nasıl etkileyebilecek olduğu… Dolayısıyla İslami finansın bunu yapabileceğini ama bunu yapabilmek için İslam moral ekonomisinin daha çok çalışması gerektiğini düşünüyorum.

                           
Kapitalist sistemin problemleri var
İslami bankacılığın sosyal tarafının kapitalist sistemin eksiklerini kapadığına katılıyor musunuz?
Vurgu yapmaya çalıştığımız tam da bu zaten… Kapitalist sistemin ciddi şekilde problemleri var. İslami finans da alternatif olarak bu açıklara, bu eksikliklere cevap verebilecek yönde bir alternatif. Ancak alternatif olabilmesi için kendi moral değerleri içinde ifade ettiğimiz temellere dönmesi gerekiyor. Burada da işte ‘İslam normlarına göre bir finans mı, yoksa sadece Fıkıh kurallarına göre uygulanmış sözleşmeye dayalı bir finans mı?’ sorusu gündeme geliyor. Aradaki fark ne yazık ki sözleşmeler… Fıkha dayalı sözleşmeler ve şu andaki İslami finans, olayın sonuçsal kısmına bakmıyor. Sadece kim, kime, neyi satmış ve bu helal mi ona bakıyor. ‘Bu işin sonucunda ne oldu?’, ‘Amaçlar gerçekleştirildi mi?’, ‘Ekonomik kalkınma ve insan gelişimi bağlamında neler yapıyoruz?’ sorularını yanıtlamıyor. Dolayısıyla içerik açısından eksikliğimiz var. O içeriği doldurabildiğimiz zaman, eminim ki bu sorunun cevabını geliştirmemiz mümkün olacak.

İslami bankacılık batıda yükselen bir trend… Batılı birçok banka konvansiyonel bankacılık operasyonlarının yanı sıra İslami Bankacılık departmanları kuruyor. Batılı bankacılık sisteminin İslami bankacılığa olan ilgisini nasıl yorumluyorsunuz?
Bunun bir pragmatist bir açıklaması var. Özellikle finansal krizin yaşandığı Batı ülkelerinde ciddi bir finansal sermayeye ihtiyaç var. Baktığımızda Körfez’de de ciddi bir sermaye birikmiş durumda… Ancak bu ülkeler “İslami finans yapabileceğimiz bir alan sağlarsanız biz yatırım yaparız” diye şart koşuyor. Batı ülkeleri de çeşitli değişiklikler yaparak Körfez’deki sermayenin kendi ülkelerine gelmesi için çaba sarf ediyorlar. Bu işin pragmatist tarafı… Ama bunun dışında ilginç durumlar da var. Örneğin İngiltere İşçi Partisi’nin Başkanı Gordon Brown bu olaya sadece pragmatist olarak bakmadı. Aynı zamanda bir değer olarak da gördü. İslami finansı toplumsal kalkınmayı gerçekleştirebilecek bir alternatif olarak gördü ve bu bağlamda destek sağladı. İslami bankacılığa finansal piyasalardaki gelişmelerin yanında akademik olarak ciddi gelişmeler var. Batı dünyasında örneğin; İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerde ciddi şekilde akademik ilgi de artmış durumda…

Bu konuda bir takım tartışmalar var. Toplanan fonlar tek bir kasada birleştiği için bazı İslam ülkelerinde hem İslami hem konvansiyonel bankacılık yapılmasını yasaklıyorlar. Bu anlamda Batılı ülkelerin İslami bankacılık konusunda başarılı olabileceğini düşünüyor musunuz?
Özellikle Katar örneği bu bağlamda önemli. Diğer körfez ülkeleri bunu yapmadı ama Katar böyle bir endişeden hareket ederek bu şekilde bir kural getirdi. Oldukça tartışıldı ama avantajları da var. Gerçi Katar bu kararı, finansal ve dini sebeplerden ziyade biraz politik yaptı. Her bir bankanın fıkıhçılardan oluşmuş olan bir kurulu vardır. Bu kurul bankanın operasyonlarının doğru olduğunu söylüyor. Dolayısıyla Katar’da İslami bağlamda bir sıkıntı yoktu, politik bir tercih yapıldı. O politik tercih de İslami bankacılığın kimliği doğru dürüst ifade edilsin anlamında verilmişti. Yoksa dini bağlamda zaten fetva verilmişti ve bir sıkıntı olmayacağı söylenmişti. Bu politik tercih Batı’da olmayacak. Örneğin, İngiltere’de İslami banka kuruldu ama başarılı olamadı. Dolayısıyla tek başına kurulmuş olan İslami bankanın başarılı olamaması gibi bir problemle karşı karşıyayız. İslami banka olarak kurulmuş yatırım bankaları Batı’da başarılı ancak piyasaya yönelik mortgage veren, hesap açan yani halkla ilişki kuran ve onların finansmanını sağlayan bankaların başarılı olamama ihtimalleri var.

Türkiye de yükselen yeni sermaye İslami bankalarla çalışmıyor
Peki, İslami bankacılık alanında özellikle Malezya son yıllarda böylesine öne çıkarken, Türkiye’nin bu alanda geri kalmasının nedenleri size göre neler?
Türkiye’deki politik kültürden kaynaklanan İslami olarak ifade edilememiş bir yapı var. En önemli sebeplerden biri olarak, Türkiye’nin sıkıntısı olan “kimlik bunalımının” bu bankaları da etkilediğini söyleyebiliriz. Özel finans kurumları, katılım bankaları, İslami bankalar insanların kafasında tam oturmadı. Bir diğer önemli sebep ne yazık ki Türkiye’deki politik kültürde İslami isminin verdiği rahatsızlık ve bu bankaların yeşil sermayenin, politik İslam’ın parçası olarak algılanıyor olması… Bu durum bankaların aktif olarak kendilerini piyasada ifade etmelerini engelledi. Ama son 10 senede neden başarı sağlanamadı? İslami bankacılığın aktif büyüklüğü Türkiye de yüzde 4’ler civarında. Son 10 yılda ciddi bir şekilde yükselen Anadolu burjuvaları, yükselen Anadolu sermayesi var. Bu Anadolu sermayesinin dinsel bağlamda da önemli bir pozisyonu var. Ancak orada birikmiş olan sermaye bir türlü Türkiye’deki İslami bankalara gelmiyor. Bu biraz da Müslüman kimliği ile ilgili. ‘Ben dindarım, namazımı kılarım, Hac’a giderim, zekatımı veririm ama ticaret ticarettir’ anlayışı var. Batı’da kapitalizmin gelişmesi Mark Webber tarafından Kalvinist (Modernizmle barışık muhafazakar anlayış) davranışla açıklanmıştır. Webber’in açıkladığı Kalvinizm bizde de var gibi. Dolayısıyla Türkiye’de yükselen sermaye İslami bankalarla çalışmıyor. Diğer yandan İslami bankalarımız çok kapalı çalışıyorlar, dışarıda fazla görünmüyorlar. Sanki toplumun parçası değiller. Ben bu kapalılığın da ciddi şekilde açılması gerektiğini düşünüyorum.

                                  
Türkiye’de finansal cahillik var
Sizce, İslami bankacılık sektörünün toplum tarafından yeterince tanınıyor mu? Tanınmıyorsa nedenleri neler olabilir?
Türkiye’de halkımızın finansal eğitimi konusunda ciddi problem var. İnsanların finansal bilgileri oldukça sınırlı… Batı’da lisede başlayan finansal eğitimi gerçekleştirebilirsek başarılı oluruz. Malezya’da insanlara İslami bankacılık hakkında bilgi veriliyor. Türkiye’de ise finansal olarak cahillik durumu ile karşı karşıyayız. Bunun yanında İslami finans da kendisini ifade etmiyor. İslami bankaların özel ve genelde finansman dünyasına kendilerini anlatabilmeleri için eğitim işine ciddi önem verilmesi gerekiyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Maliye Bakanlığı ile beraber bu işi içselleştirmesi gerekiyor. Bu sistem İngiltere’de var. Ben birkaç liseye gidip İslami finansı öğrencilere anlattım. Türkiye’nin de bunu yapması lazım. Tabii bankaların da kendilerini daha çok tanıtması gerekiyor. Sadece belirli bir sektöre değil, toplumun bütün kesime hizmet vermeliler. Aslında birçok şey yapılıyor ama bunları anlatmadıkları için bilinmiyor. İnsanlar bu bankaların yaptıklarını bilseler aynı zamanda İslami bankacılığı tanımak için de iyi bir fırsat olmuş olur.

Bugün baktığınızda, Türkiye’de İslami bankacılık sistemi nasıl bir gelişim gösteriyor? Bu gelişimin temelinde ne tür kaygılar, arayışlar yatıyor?
Bu çok ilginç bir gelişim… Ben buna yatak ve dikey olarak bakıyorum. Yatay olarak baktığınız zaman İslami bankacılık Türkiye’de son 10 senede ciddi şekilde gelişti. Yatay derken şube sayısı, şubelerde çalışan insan sayısı olarak gelişti. Şu anda 600 şubede 14 bin çalışanı olan seviyeye geldi. Ama dikey olarak finansal sistem içindeki yeri ciddi şekilde değişmedi, dikey derinlik oluşmadı. Bunun nedeni de politik kültür, bizdeki Kalvinist ve pragmatist yaklaşım tarzıdır. Bu arada hükümet de hiçbir zaman bu sistemi ön plana çıkarma eğilimi içinde olmadı. Ancak son 1 senede bu konu üzerine gidilmeye başlandı. Merkez Bankası ciddi şekilde İslami finansla ilgilenmeye başladı.

Açılım, tanıtım ve finansal eğitim önemli
2020 yılında İslami bankacılığın 4 trilyon dolara yükseleceği belirtiliyor. Sizce bu büyümeyi yakalamak için nasıl bir strateji izlenecek?
Bence 2020 yılına varmadan ona ulaşılacak. Şu anda zaten 1.2 – 1.5 trilyon arasında olduğu konuşuluyor. Çok ciddi bir potansiyel var. Mesela şu an yükselen helal ürün pazarı var. İslami finansla beraber helal marketteki birikimi, İslami finansa dahil olmayan ama gönlünden İslami finans geçen sermayeyi, biraz pragmatist davranıp işin içine girmeyen Müslüman sermayeyi de düşünürseniz aslında çok daha yüksek rakamlardan bahsediyoruz. Dolayısıyla 2020’ye varmadan o rakamın ciddi şekilde büyüyeceğini tahmin ediyoruz. Bu rakam konusunda korkumuz yok. Ama bu rakamın aşılması için daha pro-aktif şekilde çaba gösterilmesi gerekiyor. Bunun sağlam olarak gelişmesi için açılım, tanıtım ve finansal eğitimin çok önemli olduğunu düşünüyorum.
                             
                                                        
KRİZ İSLAMİ BANKACILIĞI DA ETKİLEYECEK

Global İslami bankacılık sisteminin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Avrupa ve ABD’de finans sistemini de içine çeken bu krizlerin derinleşeceğini göz önünde bulundurursak, İslami bankacığın 2012’de ne oranda büyümesini bekliyorsunuz?
İslami bankacılık var olan makro ekonomi içinde yaşıyor. Dolayısıyla var olan ekonomi kendi konjonktürel daralmasına girdiği zaman İslami bankacılık da aynı konjonktürel daralmadan etkilenecek. Bunu Dubai örneğinde gördük. Dubai sukuk konusunda temerrüde düştü. Çünkü Dubai finansal likidite problemine girdi. Karşılığında da ciddi bir sukuk problemi yaşadı. Bunun Dubai İslamic Bank üzerinde de etkisi oldu. Dolayısıyla var olan ekonomik çevre İslami bankacılığı ciddi şekilde etkiliyor. Hakim olan, dolayısıyla makro ekonomiyi şekillendiren İslami bankacılık değil. O nedenle makro ekonomiden ciddi şekilde etkilenmek zorunda. Daralma ve 2012’nin zorlukları İslami finans üzerinde etkili olacak. 2012 ve hatta daha sonrasında da İslami bankacılığın bundan etkilenmesi kaçınılmaz.
                                  

TÜRKİYE’DE KATILIM BANKACILIĞI
Bankalar: Al Baraka, Bank Asya, Kuveyt Türk, Türkiye Finans
Şube Sayısı: 680
İstihdam edilen kişi: 14.000
Toplam Aktif toplamı: 55 milyar $ ( Kasım ayı itibariyle)
Net Kar: 955.620 TL
Öz Varlıkları: 5.998.313 TL
Toplanan Fonlar: 39 milyar TL
Kullandırılan Fonlar: 41 milyar $
Sektördeki Aktif Payı: % 4,4
Sektörde toplanan fonların oranı: % 5,4
Sektörde kullandırılan fonların oranı: % 5,7


DÜNYADA İSLAMİ BANKACILIĞIN DAĞILIMI
Malezya % 16
Bahreyn % 14
İngiltere % 9
Birleşik Arap Emirlikleri % 7
Kuveyt % 7
Amerika % 6
Suudi Arabistan % 4
İran % 4
Pakistan % 4
Diğer % 29
                                  
Mehmet Asutay kimdir?
Durham Üniversitesi İslami Finans Programı’nda İslam Ekonomisi, bankacılık ve finans; Ortadoğu ve İslam ülkelerinde ekonomi; ekonomi politik ve ekonomik gelişim konularında dersler verip, master ve doktora araştırmalarına danışmanlık yapmaktadır. Ayrıca Review of Islamic Economics dergisinde editörlük, American Journal of Islamic Social Sciences dergisinde yardımcı editörlük görevi yürütmekte ve Borneo Journal of Business and Economics de dahil olmak üzere çeşitli akademik dergilerin yayın kurulunda yer almaktadır.
Ekonomi ve siyaset ilişkisi ve bu ilişkinin Türkiye’deki kronik ekonomik istikrarsızlık üzerindeki etkisi hakkındaki kitapları 2011 Routledge tarafından yayımlanacaktır. Asutay ayrıca şu an İslami Finans hakkında iki kitabın editörlüğünü yapmaktadır. Edward Elgar’s Critical Thinking Serisinin 2011 yılında yayınlanacak ciltlerinin İslam Ekonomisiyle ilgili bölümlerinin editörlüğünü yürütmektedir. Asutay’ın İslam ahlak ekonomisi, İslami bankacılık ve finans; Ortadoğu ekonomileri ve Türkiye’nin ekonomi politiği konulu makaleleri çeşitli dergilerde yayımlanmıştır.

15 Aralık 2011 Perşembe

İçimizdeki İrlandalılar

Mustafa Denizli’nin “İçimizdeki İrlandalılar” sözü bugünlerde Ak parti çevrelerinde sıklıkla duymaya başladığımız bir gönderme haline gelmeye başladı. Başbakan Erdoğan’ın geçirdiği ameliyat sonrası uzun bir süre ortalarda gözükmemesi Ak parti içindeki muhalifleri veya muhalif adaylarını gün yüzüne çıkarttı. Bunun en belirgin örneğini ise şike yasasında yaşadık. Ak partili vekillerin verdiği destek ile meclisten geçerek Cumhurbaşkanlığı’nın onayına sunulan futbol da şike yasası Köşk’ten veto yiyerek geri dönmüştü. Ancak ikinci sefer meclisten geçen yasa Köşk tarafından onaylandı.
Yasa onaylandı her şey bitti mi? Tabi ki bitmedi..
Ak parti için her şey yeni başlıyor…..
Ak parti de her ağızdan ayrı bir laf çıkıyor. NE TESADÜF Kİ Başbakanın hasta olduğu bir dönemde Başbakan’a hiçbir zaman “biat etmedin” diyen Bülent Arınç, Milletvekilleri bu yasayı tekrar TBMM gündemine getirmeye cesaret edemez diyordu. Ama yasa meclise geldi ve hiç dokunulmadan köşke tekrar çıktı ( bu sırada Bülent Arınç dan hata yaptım açıklaması geldi ve Şike yasasının onaylandığı gün Türkiye’de olamamak için seyahat tarihini öne çekti) ve onaylandı.
Türkiye de en ufak bir olay yaşandığından okyanus ötesinden telgraf, video, yazı gelirken yine NE TASADÜF Kİ Başbakan 15 gün ortalardan kaybolduğu, kanser olduğu söylentilerinin olduğu ortamda Pensilvanya’dan hiçbir GEÇMİŞ OLSUN MESAJI gelmedi. Bu Ak parti ile cemaat arasındaki ayrışmanın en belirgin özelliğidir.
Evet kim ne derse desin Ak parti ile cemaat arasındaki yaşanan gerginlik artık gün yüzüne çıktı.
Evet kim ne derse desin Ak parti de durum hiç de iç açıcı değil. Mart Tezkeresinden bu yana ilk defa parti içinde bu kadar kargaşa yaşanıyor. Bugüne kadar birçok konuda ayrı düşmeyen Ak parti bu sefer bunu başaramadı.
ama Başbakan tekrar sahaları döndü
ve Başbakan’ın tekrara mesaisine başlamasıyla daha önce şike yasası ile alakalı demeç veren Bakan ve Milletvekillerimiz laflarını yemeye başladılar bile…
Bülent Arınç şike konusunda söylediğim söz hatalıydı keşke söylemeseydim dedi, Hayati yazıcı 'Şike vetosu konusunda Cumhurbaşkanı'nı eleştirmek sağlıklı değil. Hiç kimse Meclis'teki irademe ipotek koyamaz' demesinin üstünden bir gün geçmeden “parti olarak bir karar aldık bunun arkasındayız” dedi.
Anlaşılan önümüzdeki günlerde Ak parti içerisinde ilginç gelişmelere şahit olacağız……
Not: Geçenlerde Mehmet Bekaroğlu güzel bir laf söyledi: Erbakan hoca kötü duruma düştüğünde arkasında biz gerçek İslamcılar durduk, Başbakan da böyle bir şey yaşarsa biz gerçek İslamcılar Başbakanın da arkasında durmayı biliriz….

13 Aralık 2011 Salı

                         AB ARTIK EURO DEĞİL, ALMAN MARKI GÖLGESİNDE

                                   
Avrupa’daki ekonomik krize çözüm bulmak için toplanan Liderler Zirvesi’ne Almanya-Fransa ikilisi ve İngiltere arasındaki anlaşmazlık damgasını vurdu. Alınan önemlerde Almanya’nın ağırlığına dikkat çeken AB Uzmanı Dr. Can Baydarol ise artık Avrupa’nın Euro bölgesinden ziyade Alman Markı bölgesine dönüşeceğini ifade ediyor.
METİN ALGÜL
Ekonomik kriz Avrupa’da gittikçe derinleşiyor. Hükümetler değişiyor ancak kriz bir türlü sonuca ulaştırılamıyor. Tarihinin en büyük krizlerinden birini yaşayan Avrupa Birliği’nin liderleri ise borç sorununa kesin çözüm bulmak üzere son olarak 9 Aralık’ta Brüksel’de düzenlenen Liderler Zirvesi’nde bir araya geldi. Ancak krize karşı top yekûn savaş açan 27 Avrupa Birliği ülkesi, önlemlere ilişkin kararları oybirliğiyle alamadı. Yeni anlaşmanın 17 Euro ülkesi ve 6 Avrupa ülkesi olmak üzere toplam 23 ülke arasında yapılacağı açıklandı. Böylece Liderler Zirvesi’ne Euro’yu kurtarmak için alınan kararlardan ziyade İngiltere’nin bu kararları veto ederek masadan kalkması imza attı.
Avrupa Birliği Uzmanı ve Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Can Baydarol, Euro bölgesine başarılar dileyen İngiltere’nin bu itirazını iktisadi olmaktan ziyade siyasi bir karar olarak yorumluyor. Bu durumun Almanya-Fransa Avrupası ile İngiltere Avrupası olmak üzere iki uçlu bir oluşumun kapısını açtığını vurguluyor. Artık AB’de yeni bir dönemin başladığına dikkat çeken Dr. Baydarol, alınan kararlarda bütçe disiplini ve borç kontrolünde ısrarcı olan Almanya’nın hakimiyetine vurgu yaparak Avrupa Birliği’nin artık bir Euro değil, Alman Markı bölgesine dönüşeceğini belirtiyor. Dr. Baydarol, Avrupa Birliği’ni bölen bu krizin çözümünü ise Türkiye’de görüyor.  Ekonomisi büyümediği için borçlarını ödeyemeyen Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu genç nüfusa ve yeni pazarlara Türkiye ile ulaşabileceğini ifade ediyor.
SİHİRLİ BİR KURTARMA FORMÜLÜ YOK
9 Aralık’taki Liderler Zirvesi’nde alınan kararlar Avrupa Birliğini kurtarmaya yetecek mi?

9 Aralık Zirvesi Avrupa Birliği’ni kurtarma zirvesi değildi. Bu zirve aslında Avrupa Birliği’ne giderek hızla yıkılan güven erozyonunu tekrar tazelemek amacıyla ve piyasaları kısmı bir güven vermek amacıyla bazı sert kararların alınabileceğini, uygulanabileceğini gösterme zirvesiydi. Zirve öncesinde gerek Merkel’in, gerek Sarkozy’nin açıklamaları biraz abartılıydı. Oradaki liderleri hizaya sokmak üzere verilen sert demeçlerdi. Ama gerçek olan şu ki, önümüzdeki 10 yıl Avrupa ekonomisini mevcut rakamlardan kurtarmak için bir sihirli formül yok. Örneğin, Papadimos gibi deneyimli biri Yunanistan’ı kurtarabilir mi? İsterse 10 tane Nobel ödülü olsun, Papadimos’un cebinde Yunanistan’a bağışlayacak 360 milyar Euro yoksa bunu yapamaz. Aynı şey Avrupa’nın bütünü için de geçerli… Dolayısıyla alınacak önlemler gelecek için bir ilk adım olabilir ama bugünden bakarak yarın için muazzam sihirli bir kurtarma formülü var demenin imkanı yok.
                               

6 Aralık 2011 Salı

                             YAPTIRIMLARIN YÜKÜNÜ NAKLİYECİLER ÇEKECEK


Arap baharının en son dalgasının yaşandığı ülke olan Suriye’ye ekonomik yaptırımlar başladı. Arap Birliği’nin ve Türkiye’nin açıkladığı ekonomik yaptırımlar Suriye ile iş yapan birçok firmayı ve sektörü de etkileyecek gibi görünüyor. Suriye sınır kapılarından 11 ülkeye transit taşımacılık yaptığımızı söyleyen Uluslararası Nakliyeciler Derneği İcra Kurulu Başkanı Mine Kaya, sınır kapılarının kapanması durumunda sektörün ciddi zarara uğrayacağını belirtiyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 30 Kasım’da Suriye’ye 9 maddelik ekonomik yaptırım paketini açıkladı. İnsani ihtiyaçların dışında Suriye’ye ekonomik yaptırım uygulanmasına ve ekonomik ilişkilerin askıya alınmasına karar verildi. Bu durumda 5 milyar dolara çıkması planlanan Türkiye ve Suriye arasındaki ticaret hacmi ile ilgili planlar da ileri bir tarihe ertelenmiş oldu. Elbette bu yaptırımlardan en çok etkilenecek sektörlerden biri de Türkiye ihracatının yüzde 44’nü taşıyan nakliyecilik sektörü olacak. Suriye üzerinde 11 ülkeye transit taşımacılık yapan Türkiye, Suriye’nin sınır kapısının kapatması durumunda Ortadoğu’ya geçişi İran ve Irak üzerinden yapmayı planlıyor. Suriye’de olayların başlamasından bu yana taşımacılıkta bir düşüş yaşadıklarını söyleyen Mine Kaya, Suriye sınır kapılarının kapanması ve buna alternatif olarak düşünülen Ro-Ro hattının kurulmasının maliyetleri yüzde 36 artacağını söylüyor.
                                                
Suriye’ye yaşanan olaylar nakliyecilik sektörünü nasıl etkiledi?

Suriye bizim için hem ikili taşımalarımızda, hem de Suriye üzerinde transit geçerek diğer ülkelere yaptığımız taşımalarda önemli bir ülke. Bu kargaşa ortamı bizim taşımalarımızı olumsuz yönde etkilemeye başladı. Uluslararası Nakliyeciler Derneği olarak biz Suriye ile ilgili açıklanan yaptırımlara daha ziyade kamu yaptırımları olarak bakıyoruz. Taşımacılık ve ticaretle ilgili yaptırımlar daha tam olarak ortaya çıkmadı. Ama tabii sınır kapısı değişikliği veya sınır kapısının kapanması, bizim Suriye’ye veya Suriye üzerinden ulaştığımız 11 ülkeye taşımacılığımızı etkileyecek. Zaten son zamanlardaki olaylarla, taşımacılıkta belirli bir düşüş gözlemlemeye başlamıştık.

KARADAN IRAK, DENİZDEN MISIR ALTERNATİF

Suriye’ye alternatif olarak hangi rotalar kullanılabilir?

Bir süredir alternatifleri değerlendiriyorduk. Önceliklerimiz arasında Mersin’den Mısır’a bir Ro-Ro hattı kurulması yer alıyor. Buna talip olan bir şirketle görüşmeler yaptık. Ayrıca Irak üzerinden Ürdün ya da Suudi Arabistan’a geçiş üzerinde çalışıyoruz. Bu çalışmaları yaparken Ulaştırma Bakanlığı ve diğer bakanlıklarımızla koordinasyon halindeyiz. Önümüzdeki dönemde de Ekonomi Bakanlığımızdan bir ekip Mısır’a gidip gerekli çalışmaları yapacak.

Bu alternatif rotalar ne kadar güvenli?

Bizim yaptığımız ilk araştırmalara göre Habur, Irak-Ürdün kapısı ve elbette ki Irak’ın içinde bir takım güvenlik sıkıntıları var. Diğer yandan kapıların iyi işleyip işlemediği hakkında net bir veri de alamadık. Bu kapıların bu kapasiteyi kaldırıp kaldırmayacağını netleştirmemiz gerekiyor. Bunun dışında başka bir sakınca görünmüyor. Ürdün, Irak ve Suudi Arabistan ile taşıma konusunda daha önce yaptığımız anlaşmalarımız var. Sadece koşulları daha iyi hale getirmek için iki ülkenin bakanlıkları güvenlik çalışmaları için görüşmeler yapacak.
SURİYE’YE TAŞIMACILIK %12 AZALDI

Suriye güzergahının kullanılamaması Suriye üzerinden yapılan taşımacılığı nasıl etkileyebilir?

Azalmalara sebep olacak. Mesela Suriye’ye yönelik taşımalarda 2010 yılında yüzde 52’lik bir artış yaşanmışken, 2011 yılında yüzde 12’lik bir azalma meydana geldi. Bu taşımacılık anlamında oldukça büyük bir değişim. Aynı durumu transit taşımacılıkta da görüyoruz. Ocak-Ekim dönemi için 2010 yılı ile 2011 yılını karşılaştırdığınızda %6’lık düşüş yaşanmış. Sonuçta Suriye üzerinden Katar, Kuveyt, Lübnan, Ürdün, Umman ve Yemen gibi ülkelere ulaşıyoruz. Taşımalardaki düşüş aynı zamanda ihracatınızdaki düşüşü de simgeler. Çünkü biz Türkiye ihracatının değer bazında yüzde 44’ünü taşıyoruz.

RO-RO MALİYETLERİ % 36 ARTTIRIR

Nakliye sektörü, Suriye güzergahını kullanamama durumuna karşılık ne tür önlemler alıyor?

Şimdi hali hazırda Suriye sınır kapısını kullanarak bu bölgeye taşıma yapan 100 civarında firma, 3 bin taşıt var. Koşullar belli olana kadar bir süre taşımaların bekletilmesi söz konusu olabilir. Ama görüşmeleri Bakanlığımızla birlikte kısa sürede çözüme kavuşturmayı ümit ediyoruz.  Bu geçiş esnasında taşıma sayıları azalacağı için belirli bir kayıp söz konusu olacaktır. Maliyet hesabı yaptığımızda, kara güzergahında Irak’ı kullanırsak büyük bir maliyet artışı gözlenmiyor. Sadece Ro-Ro hattı kullanıldığında yüzde 36’lık bir maliyet artışı ortaya çıkabilir. Gerçi Ro-Ro hattını kuracak yatırımcıyla hem kamu hem biz gerekli görüşmeleri yaparız. En düşük maliyetin oluşması için gerekli çalışmaları yaparız. Kara taşımacılığı ile bu hattın maliyetleri hemen hemen aynı seviyelerde olması gerekiyor. Henüz direkt etkisini görmüş değiliz daha bir takım şeyler yavaş yavaş gerçekleşiyor.

Yaşanan olaylarda herhangi bir aracınızın zarar görmesi durumunda sigorta şirketleri zararı karşılayacak mı?

Sigorta şirketleri ile bu konuda görüşmeler yapılacak. Ancak bir de Arap Birliği içerisinde ayrı bir sigorta sistemi var ve Türkiye bu sistemin içinde değil. Ekonomi Bakanlığı’nın bu konuda çalışmalar yaptığını biliyoruz. Hatta bu konu hakkında Suriye ile uzlaşmaya bile varılmıştı. Ancak yaşanan olaylardan sonra görüşmelerimiz durdu. Biz dernek olarak sektör adına bu maliyetlerin karşılanması için gerekli çalışmaları yapmaya başladık.